Pazartesi ilk, dün ikinci bölümünü yayınladığımız Sebahat Tuncel röportajımızın üçüncü ve son bölümüne geldik.
Biz bu röportajla en çok “yol arkadaşlığı” üzerine düşündük galiba. “Sebahat Tuncel bizim yol arkadaşımızdır” diyerek Yargı’ya, Yargıtay’ın onadığı 8 yıl 9 aylık hapis cezasına itiraz eden kadınları daha iyi anladık. Bir yanda Yargıtay’ın kararına itirazlar ve eylemler devam ediyor. Sebahat Tuncel ise röportajımızın bugünkü bölümünde “güzel günler göreceğiz” diyor…
İyi okumalar..
Kentsel dönüşümden bahsetmişken bizim de kentle ilgili sormak istediklerimiz var. Hayalinizde nasıl bir kent var mesela?
Kentsiz kentleşme geliyor hemen aklıma. Ben kentin yaşanabilir olması gerektiğini, kentin kendi demokrasisi olması gerektiğini, sadece binalardan ibaret olmaması gerektiğini düşünüyorum. Siz bir kentte yaşıyorsanız o kentte yaşayanların birbiriyle teması, ilişkilenmesi, ortak kullanım hakları, dayanışması bütün bunların düşünülmesi gerekir. Ama hem Türkiye’de hem dünyada kapitalizm insanları binalara sıkıştırmış durumda. Ben mesela bu binaların, bu evlerin hepsini birer hapishane olarak görüyorum. Cezaevinde kaldığım için belki, bunu net şekilde hissediyorum. Cezaevinde siz iradeniz dışında oradasınız, kapıları gardiyanlar açıp kapatıyor. Ama dışarıda da bu binalara irademizle girip çıkarken gönüllü bir hapis olma durumumuz var. Bütün bu apartmanlar, kocaman kocaman hapishaneler gibi geliyor bana. Aynı apartmanda yaşıyorsunuz, ama birbirinizin ne yaşadığını bilmiyorsunuz. İkincisi, sürekli kapitalizmin saldırısı altındasınız. Sürekli sizi pazara çekiyor. Sürekli bir şeyler almaya, tüketmeye zorluyor. Çok daha azıyla yetinebilecekken kaptırıp gidiyoruz kendimizi. Örneğin ekolojik geleceğimiz için daha az su kullanabilecekken, bu tüketim toplumu, tüketim sistemi, tüketim zihniyeti buna izin vermiyor. Önümüzdeki yıllarda insanlar susuzluk yaşayacak. Bu çok açık. Her şeyi fazla fazla tüketiyoruz. Bir kıyafet yeterken ikinciyi almak, her eşyanın birkaç çeşidini, en yenisini almak…. Ya da daha temel düşünürsek hava alma, oksijen alma hakkımız bile elimizde değil. Bu Gezi direnişiyle görünürlük kazandı şimdi. Bir kentte insanların gidip birlikte zaman geçirebileceği, dayanışabileceği, birbirine dokunabileceği mekânların olması gerekirken bunların hiç biri yok. Sürekli bir içeri kapanma, sürekli bir hapsetme durumundayız.
“Teması yok ediyor” dediniz…
Zaten kapitalizm sizi bir robota dönüştürüyor. Sabah kalkıyorsun işe gidiyorsun, akşam işten çıkıyorsun, eve giriyorsun. Yatıyorsun. Sabah tekrar aynısı. Akşam aynısı. Televizyon denen bu kara kutumuz var. İnsanlar onun dışına çıkamıyor. Gerçi artık kara da değil, rengarenk yapıyorlar kutunun dışını ama nerden baksan kara işte. Sadece ona bağımlı olarak, bir televizyon topluluğuna dönüştürüldük. Ben Avrupa’ya gittiğimde de çok dikkat ederim. -Şimdi gidemiyorum gerçi. Devlet beni çok sevdiği için sadece Türkiye’de çalış diyor yurtdışı yasağı koyarak.- Avrupa’da da görüyorsun aynı şeyi. Bu kadar çok binaların olduğu yerler daha yoksulların kaldığı, yaşadığı yerlerdir. Dikkat ederseniz zenginler daha az binalı, bahçesi olan, çıkıp hava alabilecekleri yerlerde yaşıyorlar. Türkiye’de de böyle. Kapitalizm budur işte. İşçiler, emekçiler, en yoksullar en kocaman ve çirkin binalarda, binalarla sıkış sıkış yerlerde yaşamak zorunda bırakılıyorlar. Neden? Doğa, yeşillik, ağaç, güneş herkesin hakkı değil mi? Benim kente yaklaşımım böyle. Köyleri daha çok seviyorum. Fırsat buldukça kendi köyüme giderim. Köyümüzde evler tek katlı, toprağa basabiliyorsun, doğayla bütünleşebiliyorsun, su akıyor bir yerlerden, ağaçtan meyve koparıp yiyebiliyorsun. Burada, kentlerde her şey o kadar yapay ki… Meyve yemek bile mesele oluyor. Yediğiniz şey GDO’lu mu değil mi, genetiğiyle oynanmış mı, doğal mı? Organik denen şeylerin bile ne kadar organik olduğu şüpheli. Kaldı ki bir de organik pazarı var artık, giderek daha da pahalı satılacak bu ürünler. Köyler de öyle olduğu gibi kalamıyor tabi. Yani dünyayı el birliğiyle mahvettik. Bozduğumuz gibi düzeltmemiz lazım. Bunun farkında olan bir kent yaklaşımı gerekiyor bize.
Kentle ilgili konuşuyoruz. Hem Gezi’yi hem de HDP’yi sormak istiyorum bu bağlamda. Birincisi Gezi’yi nasıl değerlendiriyorsunuz? İkincisi HDP eş başkanısınız. Ve HDP ilk seçimine girecek birkaç ay sonra. Kentle ilgili, Gezi’yle ilgili bir iddiası da var. Nedir bu iddia tam olarak? HDP Gezi’ye mi sesleniyor? Ne vaat ediyor?
HDP’yle başlayayım. HDP çok şey vaat ediyor. “Bizi takip etmeye devam ediniz” diyorum herkese. Bence HDP Türkiye’de siyaset için yeni bir soluk. Seçimlerden sonra bu daha da iyi anlaşılacak. Çünkü biraz önce konuştuğumuz bütün bu farklı toplumsal kesimlerin, yeni bir Türkiye inşa etme iddiasında olanların yan yana geldiği bir yer HDP. Amblemimizde de bu var. Hepimiz tek tekiz ama bir aradayız. Hepimiz renklerimizle, kimliklerimizle, özgürce bir arada duruyoruz. Bu bağ herkesin kendi iradesiyle katıldığı bir bağ. O yüzden güzel. İkincisi HDP insanlara yepyeni bir şey vaat ediyor: gülmeyi vaat ediyor. Bunu seçim lafı filan gibi değil, gerçekten söylüyorum. Bu kadar daralmış, bu kadar çatışma üreten, sürekli birbirine karşı olumsuzluk üreten, negatif söylem içindeki bir ortamda “güzel günler göreceğiz” diyen, sözünü buradan kuran bir parti HDP. Tabi ki mevcut olanı reddetmiyoruz, böyle bir hayalcilik içinde değiliz. Ama mevcut olanlar bizi o kadar esir aldı ki artık bunları istemiyoruz. Yeni bir şey istiyoruz. Hayatı yeniden kurmak ve bunun için de dayanışmak istiyoruz. Bir arada durmayı istiyoruz. Gezi aslında tam da bu hayalini kurduğumuz şeyin yansımasıydı. Daha HDP, parti olarak kurulmadan önce Halkların Demokratik Kongresi çalışmalarını yürütürken tartışıyorduk bunları. “Artık merkezi, otoriter yapılar insanların ihtiyaçlarına cevap vermiyor. Siyaseti yerelleştirmemiz lazım. Siyasal olanı toplumsallaştırmamız, toplumsal olanı siyasallaştırmamız lazım. Asıl yerellerde halkın karar süreçlerine katılımını sağlamamız lazım” diyorduk. Ama bunu pratiğe geçiremedik. Belki söylediğimiz söze kendimiz de yeterince inanmamıştık. Bilmiyorum. Ya da sözün kendisi güzeldi ama pratik konusunda alışkanlıklarımız engel oldu önümüzde. Kürt hareketinin kendi alışkanlıkları var, solun kendi alışkanlıkları. Birilerinin, grupların, hareketlerin bugüne kadar yürüttüğü bir siyaset tarzı var. Bunları değiştirmek kolay değil. Şimdi bunları tartışıyoruz, konuşuyoruz diye “biz arındık, bunlardan azadeyiz” diye bir şey yok. Hepimiz bu erkek egemen sistemden, kapitalizmden, kapitalist moderniteden o kadar etkilenmişiz ki her gün aslında bunlardan bir şeyleri kendi kişiliklerimize, kimliklerimize, siyaset yapma biçimimize taşıyoruz. Ama şu önemli bir şey: Biz bu kötü’nün farkında olarak, kötü dediğimiz sistemden ayrılmaya karar verdik. Bu önemli. Bu iradeyi göstermek… Biz artık bu sistemden ayrılmaya karar verdik. Köklü bir karar verdik.
Gezi?
Buradan bakınca Gezi tam da bunun ifadesiydi aslında. Gezi’de insanlar itiraz ettiler, isyan ettiler. Mevcut merkezi otoriter yapıya, insanların yaşam tarzına müdahaleye, kadınlara ne yapması gerektiğini söyleyen ve kendisini bir sultan ilan eden başbakana itiraz ettiler. Sokağa çıktılar. Milyonlarca insan katıldı Gezi direnişine. İkincisi gezinin şöyle bir önemi var: Dayanışmayı, para olmadan yaşamayı, bunun mümkün olduğunu ve polis çekilince, devlet aradan çekilince şiddetin yaşanmayabileceğini gösterdi. Aslında bizim düşüncede savunduğumuz her şeyin pratikte mümkün olduğunu, insanların yan yana durabilmesinin mümkün olduğunu, bunun için doğru bir hukuk ve eşitlik kurmanın yeterli olduğunu gösterdi. Tabi şöyle bir şey beklemiyoruz. Gezi’den bize oy çıkar filan. Gezi’ye gelen kime oy veriyorsa yine ona oy verecektir. Ama biz şunu gördük hep birlikte. Umut var. Bir şeyleri değiştirebiliriz. Biz Kürtler buna “serhildan” diyoruz. Bu serhildan’ı daha da büyütebiliriz, güçlendirebiliriz. Buna inanıyorum.
Tatsız bir soruya geliyorum: Yargıtay’ın onadığı 8 yıl 9 aylık hapis cezası. Karar mecliste okunduğunda, uygulanması zorunlu hale gelecek. Ama sizi takip ettiğimiz kadarıyla hiç böyle bir şey yokmuş gibi, aynı tempoda çalışmaya devam ediyorsunuz. Bu nasıl oluyor? Her güne bu ihtimalle başlayıp nasıl aynı yoğunlukta çalışabiliyorsunuz?
Zaten ben diyorum ki ben bu milletvekili seçildiğim günden beri benim başıma gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi.
Aslında şunu da sormak istiyorum: Size özel olarak “taktıklarını” düşünüyor musunuz?
Evet, düşünüyorum. Çünkü bu o kadar siyasi bir karar ki.. Altı yıl sonra bir gizli tanık buldular. Düşünsene bu bir anda ortaya çıkan gizli tanığın iddialarından sonra bana kendimi savunma hakkı bile vermeden karar aldılar, apar topar cezayı onayladılar. Bunun tabi psikolojik etkileri oluyor insanın üzerinde. Olmaz mı? Yani gideceksin, hayatının sekiz-dokuz yılını cezaevinde yatacaksın. Arkasından belki başka davalar da getirecekler ve ömür boyu çıkarmayacaklar seni oradan. Bilmiyorum. Belki gerçekten böyle planlıyorlardır. Ama sorumluluklarım var. Bir partinin genel başkanısınız, insanlara söz vermişsiniz, sormazlar mı “bu durum vardı, niye görev aldın, niye bizi yarı yolda bırakıyorsun” diye. Ben de o yüzden bu ceza süreci işleyene kadar görevimin başındayım, işimi yapıyorum. Bunu daha önce de söyledim. Mekân çok önemli değil. ister dışarıda ister içeride ol, mücadeleye devam ediyorsun. Ama bu siyaseten uygulanan adaletsizlik, sürekli bir haksızlığa uğrama, “hep mi biz bunları yaşayacağız?” duygusunu yeniden yaşatan bir şey. Bu sadece benim meselem değil. O kadar çok arkadaşımız var ki haksız hukuksuz yere zindanda kalan. Yıllardır orda olan çok arkadaşımız var. Buradan da bakınca çok bireysel düşünemiyorsunuz. Eskiden bu tip şeyleri, yani tutuklamayı, cezaevini filan korkutma politikası olarak kullanıyordu devlet. Ama biz galiba o korku duvarını da aştık.
Sebahat Hanım bütün bu konuştuklarımıza bakınca, bitmek bilmez bir enerjiniz, gücünüz var. Her türlü koşulda çalışmaya devam ediyorsunuz. Bunca olumsuzluğa, zorluğa rağmen kendinizi nasıl yeniden motive edip devam edebiliyorsunuz her seferinde?
Bunu da kendime soruyorum bazen. Galiba biraz kendi kişiliğimle ilgili bir yanı var. Çocukluğumu, dedemi anlattım ya, tarlada da iki kişinin işini yaparmışım işte. Ama daha çok bu mücadelenin kendisiyle alakalı tabi. Her gün yeniden üretiyorsunuz, yeniden güne başlıyorsunuz. Tabi ki insansınız. Bazen çok daraldığınız, moralinizin bozulduğu, ağladığınız zamanlar oluyor. Bir tek bağıramıyorum. Ona üzülüyorum. Bağırabilmeyi çok isterdim. Ama öfkelenince ağlıyorum hep. Neyse yani psikolojik etkileri oluyor. Yanınızdaki çalışma arkadaşlarınıza yansıttığınız şeyler oluyor bazen. Ama şöyle motive ediyorum kendimi: güzel günler göreceğiz. Güzel günler görmeyi hak eden çok insan var. Çünkü çok bedel verdi benim halkım bu konuda. Ve bunun için benim yapabileceklerim var. Şimdi olanaklarım varken bunu doğru değerlendirmek, bunu doğru kanalize etmek zorundayım. Bir saat varsa o bir saati doğru değerlendirmeliyim. Madem sen bu halkın karşısına çıktın ve ben bu işin sorumluluğunu alırım dedin o zaman bu halkın umutlarını boşa düşürmemek de sana düşüyor. Öyle kendimi motive ediyorum. Benim kişilik özelliğim de yatkın galiba. Çabuk ikna ediyorum kendimi. Yılgınlığa düşecek gibi olunca hemen kendimi ikna edip çalışmaya başlıyorum. Gün içinde bunları düşünecek vakit olmuyor zaten.
“Vaktim olsaydı, ah şunu yapsaydım” dediğiniz şeyler var mı?
Var tabi. Ben aslında sosyal birisiyim. Yani siyaset dışındaki sosyalliği diyorum. Bazen yine kaçamaklar yapıyorum. Sinemaya gidiyorum. Herkes diyor ki nereden fırsat buluyorsun da gidiyorsun. Gidiyorum valla. Tiyatroya da fırsat buldukça gitmeye çalışıyorum. Bu kadar yoğunluk içinde sevdiğim sosyal aktiviteleri yapmaya çalıyorum. Eskisi kadar tabi ki mümkün olmuyor. Ama en çok şunu hissediyorum: biraz zamanım olsa da dinlenip okusam. Eskisi kadar okuyamıyorum. Okumayı özlüyorum yani.
Neleri okumayı seversiniz?
Ben dünya klasiklerini çok seviyorum. Dön dolaş yine okurum onları. Felsefe okumayı severim. Tarihi romanları çok severim. Tarih okumak biraz sıkıcı geliyor. Mitoloji çok severim. Zaten siyasetçi olunca günlük bütün gelişmeleri okumak zorundasınız, hem Türkiye hem Ortadoğu hem dünyadaki gelişmeleri… Kim ne diyor, nerede ne oluyor. Akıllı telefonlar Allahtan kolaylaştırdı o işi. Bütün gün, yollarda filan bunları okuyorum. Ama aslında ben daha derin okumalar yapmak istiyorum. Siyaseti bırakırsam ekoloji ve kadın, ekoloji ve feminizm meselesine yoğunlaşmak, bu konuda okumak istiyorum. E siyaset, yani vekillik zaten bu dönem son artık. Bizde biliyorsunuz “en fazla iki dönem vekil olma” kuralı var.
Evet, ama esnetilebilir bir kural olarak biliyoruz biz onu. Öyle bilmek istiyoruz.
Hep böyle söylüyor arkadaşlar ama ben de kendim için yeter diyorum artık. Genç yaşta milletvekili olmanın zorlukları da çok. Bazen kendimi fotoğraflarda görünce, -asık suratlı filan çıkıyorum ya genelde- tanıyamıyorum. Bak, onda bile kendimi sorguluyorum biliyor musun? Dedim ki bu fotoğraflarla siyasetin ciddi bir iş olduğu, böyle çatık kaşla yapıldığı gibi bir görüntü mü oluşturuyorum? Bunu düzeltmem lazım. Şaka bir yana, biz tabi çok değiştirdik kendimizi. Çok sorguladık, dönüştürdük. Egemen siyaseti yapmamaya, doğru muhalefet yapmaya hep dikkat ettik. Çok zorlukları var. Sürekli göz önünde olmak, sürekli kontrol ediliyor olmak. Ben kendimi engelli gibi hissediyorum. Çünkü diyelim canım sıkıldı, şöyle tek başıma gidip gezeyim, bir hava alayım gibi bir imkânım yok. Çıkınca “aa Sebahat Tuncel” diyor herkes, seven fotoğraf çektirmek ya da konuşmak istiyor. Sevmeyen Allah bilir aklından ne geçiriyor. Sürekli bir gözetim altındasınız. Az önce sorduğun soruya öyle cevap vereyim: Bazen yalnız kalmak istediğim zamanlar oluyor. Sokakta, insanların içinde olmak, metroya, otobüse tek başıma binebilmek, kimsenin dikkatini çekmeden, eskisi gibi, sıradan Sebahat olmayı özlediğim zamanlar çok oluyor.
Tam aşka getirecektim konuyu “yalnızlık özlemi” dediniz. Ama yine de soracağım: Bütün bu yoğunluğun, “Sebahat Tuncel olmak” diye tarif ettiğiniz şeyin içinde aşk nerede duruyor?
Henüz duramıyor. (Gülüyor.)
(Ama ısrarcıyız)
Şöyle sorayım: Aşka nasıl bakıyorsunuz? Sizin için aşk ne demek? Önemli mi, değil mi, nasıl bir şey?
Açıkçası şöyle bir şey oluyor. Sizinle beraber, yani siz değiştikçe aşk da, aşka bakışınız da değişiyor. İlk zamanlar hissettiğiniz o duygu, aşk dediğiniz şey de değişiyor. Aşk da politikleşiyor yani. İster istemez toplumsal eleştirileriniz aşkla ilgili düşüncelerinizi de etkiliyor; evlilik kurumuna itirazınız, erkek egemen toplumun dayatmaları, vs.. Bütün ilişkileri sorguluyorsunuz zaten. Sevgi, aşk buna göre nasıl konumlanıyor, nasıl şekilleniyor? Sadece güdüsel bir durum mu? Yoksa hem duygunun hem aklın olduğu bir şey mi? O yüzden bende zor bir mesele bu. Bu konuya ilişkin, tabi daha çok gençken, ilk çalışmalara katıldığım dönemde bizim bir arkadaşımız vardı, bir gün bana baktı baktı, “biliyor musun” dedi, “galiba sen hiç evlenemeyeceksin.” Dedim ki “niye?”. Dedi “sana kim uyar diye düşünüyorum. Hem akıllı olması lazım, hem iyi insan olması lazım, hem politik olarak senle uyumlu olması lazım, mücadeleci olması lazım, kadın özgürlüğünden yana olması lazım, bunları anlayacak biri olması lazım.” Ben de ona baktım, dedim ki “haklısın, böyle bir erkek yoktur.” Yani aslında evlilik meselesine o arkadaş noktayı koymuştu orda. Bu işin şakası tabi. Ama sorunuza böyle cevap vereyim: aşk da politik bir mesele benim için. Sonra bu konuda sohbet ederiz yine.
Bizi kandırıyorsunuz galiba. Ama olsun, bu kadar da yeter. Çok teşekkür ederiz Sebahat Hanım. Hem zaman ayırdınız. Hem çok eğlenceli geçti röportaj.
Ben genelde komiğimdir zaten. Ama siyasetçi olunca pek belli edemiyor insan.
SON.
Röportajın ilk bölümü için buraya, ikinci bölümü için buraya tıklayınız.
Duygu Aytaç hem Sebahat Tuncel’in fotoğraflarını çekti, hem de çok güzel sorular sordu. Bir de buradan teşekkürler.